Tek kurşun iki ruh, iki beden; biri ölü diğeri
meczup.
Masalların masal olarak kalmadığı bir zamanda
yaşadığım için kendisini şanssız hissedenlerdenim. Çünkü her masal anlatılanın
aksine mutlu sonla bitmez.
Kâbus gibi geçen gecenin ardından sadece elli iki
dakika uyuyabilmiştim. Gözlerimi kapatmadan hemen önce yelkovanın, akrebin
hatta saniye ibresinin bile tam olarak nerede durduğunu biliyordum.
Her ne olduysa bu elli iki dakika içinde olmuştu. Zihnimde
bulanık anıları taşıyordum. Rüyam, üzerime gelen ışık huzmesinin parlaklığı
nedeniyle uyurken bile kamaştığını hissettiğim gözlerimi açmamla birlikte yeni
bir kâbusa dönüştü. Zihnim muğlak hislerle donatıldı. Karmaşık hayatımın
çözülmesi zor şekilde düğümlendiğini henüz bilmiyordum.
Gecenin yorgunluğunu bedenimde taşımadığım için
sevinmeliydim ancak sezdiğim garabet buna pek izin vermiyordu. Aralanan
gözlerim ilk olarak yerdeki bedene çarptı. Şakağından akan kanlar güzelim parkelerimi
lekelemeye başlamıştı. Adamın ölüsü bile bana zarar veriyordu. Sanırım bu
düşünce de katilliğimi haklı çıkartmak için zihnime üşüşen basit
bahanelerdendi.
O
sana zarar veriyordu, öldür gitsin!
Kötülüğümün ağır geldiği lanet olası bir sabaha
kalkıyordum yine. Doğrulmak için dirseğimden destek aldım. Boynumu
gereklilikten çok alışkanlıkla hızla iki yana yatırıp kütürdettim. Çıkan
minicik sese eşlik eden acı boynumdan aşağı doğru inmeye başladı. Sertliğe
alışkın bedenim bir gecede kırılgan olmuştu sanki.
Yerimden kalkıp kısa boyuma şaşkınlıkla bakındım.
Bu ben değildim!
Karşımda duran aynadan yansımama bakıp bir süre
bekledim. Neyi, neden bekliyordum bilmiyorum. Sanırım kâbustan henüz
uyanmadığımı düşünmüş olmalıyım. Ancak hayır, fazlasıyla kendimdeydim,
kendimden bu denli farklıyken nasıl başardığımı bilmiyorum ama kendimdeydim.
Aynaya yaklaştım. Henüz bedenime doğrudan bakmaya
hazır değildim. Hala yansımamı izliyor ve gerçek olmaması için olmayacak
duaları semaya gönderiyordum.
Seni
salak! Kötülükten nasır tutan kalbin sadece kan pompalıyor anlasana. Fazla
anlam yükleme. Ne de olsa hiçbir Tanrı katilleri korumaz.
Kendimi minicik bir hücrede müebbet yiyen mahkûmlar
gibi hissediyordum. Duvarın dibine yığılıp bedenimi kollarımın arasına aldım.
Öylesine cılız ve savunmasızdı ki, kendimden bile korumam gerektiğini düşündüm.
Bekledim.
İlerleyen dakikalar boyunca yerinden sökülüp
ağzımdan çıkacağını sandığım yüreğimin atışını dinledim. Beynimdeki zonklama,
kulaklarımdaki çınlama ve gaipten duyduğum sesler bana eşlik etmişti. Tabi bir
de Hamza vardı! Tepkisiz ölü bedeninin aksine açık gözleri anlamlı bakıyordu.
İşte
şimdi adalet yerini buluyor Orhan, şimdi güçsüz sensin. Kaç saklan! Düşmanların
bu anı kolluyordu. Ölü olmana az kaldı!
Tüm bunlar koca bir saçmalıktı. Ölüler konuşmazdı,
hayır. Hamza saatler önce susturulmuştu. Öyleyse duyduğum sesler! Sanırım neler
olduğunu biliyordum. İçten içe bu anın geleceğini bilerek yaşamamış mıydım?
Tıpkı annem gibi!
“
Annenizin hastalığı şizofreni Orhan Bey, bu sizin de riskinizi yüzde 13
arttırıyor. “
Delirdim! Tabi
ya, tek açıklaması bu; gerçekten bu ufacık bedenin içinde değilim, sadece öyle
görüyorum. Düşmanlarımın beni öldürmesinin tek yolu bu; küçük ve güçsüz olmam.
Beynimin oyunu, sadece oyun.
Minik ellerime doldurduğum yüzümü tokatlamak
istercesine sert yıkadım. Belki soğuk su, belki darbe kendime getirirdi beni.
Havluyu bastırıp bekledim. Ancak değişen bir şey olmadı hala aynı hislerle
doluydum. Yeniden aynaya bakıp tanıdık gelen simayı inceledim. Nereden
tanıdığımı bilmediğim bir kızın bedenindeydim. On yaşında ya var ya yoktu.
Gözleri parlak kahverengi ve burnu tıpkı elleri gibi minicikti.
Yapmaktan utanıyordum ama ılık bir duşa ihtiyaç
duyarak kendimi duş kabinine attım. Gözlerimi sıkıca yumdum ve saçlarımı ilk
kez böyle zorlanarak yıkadım. Omuzlarıma değen ipeksi saçların hissettirdiği
duygular hem uzak hem de tanıdık geliyordu. İşimi hızlıca hallettikten sonra
üzerime havlu alana kadar aynaya bakmayı kendime yasakladım. Bu tuhaftı, küçük
bir kızın çıplak bedenine bakacak kadar kötü kalpli değildim.
Kötü
kalpli değilmiş! İnanıyor musun buna Orhan? Sen Tanrı’nın bile sırt döndüğü bir
katilsin!
Katildim. Acımasız bir adamdım. Ancak küçük bir kıza
zarar vermezdim. Hayır, vermezdim.
Başımı usulca kaldırıp aynadaki aksime baktım.
Gördüğüm yüzden çok buharın ortaya çıkarttığı yazıyla irkildim. Tanrı az önce
kendimi inandırmaya çalıştığım düşünceleri sınıyordu sanki.
‘
Tam kırk sekiz saatin var. Ya onu öldürürsün ya da sonsuza dek mahkûm kalırsın!
Bakalım ne kadar cesaretlisin!’
Tanrım bu da ne?
Tanrım
mı? Yapma Orhan, sen onu yok saydın. Şimdi seni cezalandırıyor. Yaratıcıya kafa
tuttuğun için ya küçük bir kızı öldüreceksin ya da bu küçük bedene
hapsolacaksın. Can olmak kolay mı Orhan?
Yapamam.
Yapmalısın!
“ Ağabey. Orhan ağabey. İyi misin?”
“ Ne?” dedim. Bir an duraksadım. “ Hasan sen misin?”
“ Evet ağabey. Hamza’yı almaya geldim.”
Yutkundum. Ancak boğazımdan aşağı inen korku ve
endişeden başka bir şey değildi. Sesimin titremesini engellemeye çalışarak
konuştum:
“ İyi yaparsın ama önce bekle. Yanına geleceğim.”
Uyandığımda üzerimde olan kıyafetleri giydim. Minik
bedenime bol gelen eşofmanımı belimden düşmesini engellemek ve uzun paçaları
ayağımın altından çekmek için kıvırdım. Komik görünüyordum. Yine de bir umut
dışarı çıktım. Hasan’ın her şeyi olması gerektiği gibi görmesini diliyordum.
Kapıda belirdiğim anda gözleri kocaman açan adam
dile getirdiği hezeyanların arasında “ sen de kimsin?” demeyi başarmıştım.
Titrediğimin farkındaydım ama durmanın yolu yoktu.
“ Sınanıyorum.” dedim.
“ Ağabey,” diye mırıldandı.
“ Benim Hasan, benim. Şimdi Hamza’yı buradan çıkart.
Onu öldürdüğüm için başıma gelmeyen kalmadı, galiba bu bir bedel.”
Görüntüme rağmen beni ikiletmeden Hamza’yı
omuzladığı gibi dışarı çıkarttı. Ardında kalan kan izleri felaketimi
haykırıyordu sanki. Nasıl bir yaşamım olduğunu sermişti önüme. Hayatta
bıraktığım tek iz sadece kanlardan oluşuyordu.
Öldürmek
lanetli bir iştir Orhan. Bu yüzden silahı kime çektiğine dikkat et. Bedeli ağır
ödetecek adamlardan uzak dur evlat. Yoksa altından kalkamazsın.
Yıllar önceki tavsiyeler şu an anlam kazanmıştı.
Babamın öldürme demesi gerekirdi belki ama Soyhan’lar buydu; katil bir aile.
Şimdi silahı kendi şakağıma dayamamı bekliyorlardı. Tek kurşuna bakıyordu ama
yere düşecek bedenin masumluğu karşısında ilk kez öldürmek istemiyordum.
Zaman akmaya devam ediyordu. Hiçbir imtiyazı yoktu.
Kesin, katı ve acımasızdı. Asla geri alınamazdı. Kırk sekiz saat ne kadar da
çabuk tükeniyordu.
Öldür
onu!
Yapamam!
Yanıma ne zaman aldığımı bilmediğim silahım dostane
bir gülümsemeyle bakıyordu sanki. Sıcaklığını hissedebiliyordum. Bedenim
değişmiş olsa da ruhum aynıydı. Bir katilin en sadık dostu silahıydı.
Gözüm saate ilişti. Odayı temizlemek için gelen
kadınları kovmamın üzerinden saatler geçmişti. Gecenin on ikisinde akıp giden
zamana yanıyordum. Yaklaşık beş saatim kalmıştı. Ya her zaman yaptığım gibi öldürecektim
ya da kâbusumla yaşamaya mahkum edilecektim.
Elim birkaç kez silahımı bulmuştu. Ağırlığı minik
ellerim için fazla geliyordu. Yine de kaldırmayı başardım. Ancak namluyu asla
küçük bedene çeviremedim.
Tik taklar hızlandı.
Zaman aktı.
Vakit geldi.
Öldür!
Yapamam!
Öldür!
Yapamam!
Ne zaman ayağa kalkmıştım. Varlığından haberdar
olmadığım aynadan kendime bakarken, minik kızın gerçek haliyle karşılaştım.
Nasıl da korkmuş ve çaresizdi. Sanki bir arafta sıkışmış gibi etrafına bakıyordu.
Ayna. Sanırım oradan çıkamıyordu.
Öldür!
Kır!
Ayna!
Kır!
Titreyen ellerimle önce kendi alnımı hedef aldım.
Sonra aynaya doğrulttum namluyu. Belki öldürmem gerekmiyordur. Belki aynayı
kırarsam özgür kalan ufaklık bedenini benden geri alır. Tabi ki, böylece Tanrı öldürmek
yerine bana başka bir çare gönderir. Çünkü Tanrılar öldürmez ve katilleri
sevmez!
Hiç düşünmeden tetiğe bastım. Önce büyük bir gürültü
duyuldu, ardından kesif bir sessizlik. Ölümün soğukluğu esti odanın içinde.
Parçalanmış aynayla birlikte dizlerimin üzerine çöktüm. Yüzümden ellerime
damlayan kanları görmezden gelmeye çalıştım. Gözlerimin içine akan sıvı
çoğaldıkça çoğaldı. Göremez olmuştum ama titrek bir sesin elem dolu fısıltısını
duydum.
“ Ağabey, acıyor.”
Ses tanıdıktı. Tıpkı ipek saçları gibi yumuşacık
çıkan bu sesi tanıyordum.
“
Bugün sinemaya gider miyiz ağabey?”
“
Beni okuldan sen alsan olmaz mı ağabey?”
“
Annemden korkuyorum, seninle kalamaz mıyım ağabey?”
“
Seni seviyorum ağabey.”
Nurgül! Benim minik, tatlı kardeşim. Elimle gözlerimdeki
kanları silip habis gerçekle karşılaştım. Matemim o an başladı ve biliyorum ki
nefes aldığım her saniye benimle birlikte olacak.
‘
Hamza masum Orhan ağabey, o sana asla ihanet etmez. Bırak adamı. Gözünü seveyim
yapma ağabey.”
Yaptım!
Önce Hamza’yı öldürdüm ve lanetini üzerime çektim.
Kardeşim oldum ve özgürlüğüm için onu da öldürdüm.
Öldürmek lanetli bir iştir! Tanrı katilleri sevmez.
Kırılmış aynanın yansımasından kendi yüzümü gördüm.
Derim soyulmuş ve tanınmaz hale gelmişti. Kanlar yüzümden akıyor, mide
bulandırıcı görüntü içimi kaldırıyordu.
‘Kendini
cezalandır Orhan, yoksa Tanrı’nın gazabı seninle olur,’
demişti o duyduğum ses. Cezalandırdım. Hatırlıyorum, kendi ellerimle parçaladım
yüzümü ama yetmedi. Kollarıma aldığım kardeşimin silahımdan bile hafif bedenini
sarıp sarmaladım. Eski koca ellere sahip katilin çaresizliği içinde haykırdım.
Bağırdım.
Sesim bir sel oldu, önüne çıkan tüm engelleri aşıp
herkese ulaştı.
Öldürdüm!
Tanrı, katilleri sevmez ve cezalandırır. Bir daha kötülük yapma Orhan!
Yapmam.
Tek kurşun iki ruh, iki beden; biri ölü diğeri
meczup...